Günümüzün yaşantı sarmalında günbegün küçülen bir dünyanın büyüyen yaraları, belaları sarıyor etrafımızı… Toplum olarak her sonraki aşamada ahlaki çöküntülerin erozyonunu daha da hisseder hale geldik; kendi ellerimizle yok ettiğimiz değerlerin farkına bile varamadan. Hâlbuki kültürel değerlerin yok edilmesi, ucuzlaştırılması ahlaki yıkım ve devamında zulmün kendisi olacaktı.
Telafisi mümkün olmayan tehlikelere açılan kapılardan geçer olduk her nedense. Sosyo-ekonomik yaptırımların insanoğlunu ezdiği, eko sistemi bozulan doğanın kimyasal olarak beslediği toplumlar haline geldik maalesef. Düşünmeye bile vakit bulamaz, düşünemez olduk.
O yüzden sadece sloganlarına sığındığımız bir dünya var. Aslında bu uçuk zamanda, hayat sürdürmekten gayri sığınağımızın kalmadığı, sığınırken sığınamadığımız bir dünya. Belki de üç günlük rüya…
Böylesi bir rüyada hayat sürmek, hayatlar inşa etmek ya da hayatlar söndürmek gibi meziyetler var üzerimizde. Bu yüzden olsa gerek; kişisel ve küresel arbedeler…
…
Toplumun ve toplumların ruhunun öldürülmesi, ancak ortak düşüncelerinin ve ortak değerlerinin yok edilmesiyle mümkündür. Toplumların ruhunu zehirleyecek yaptırımlar ve teşvikler ile geleceğin şimdiden dizayn edildiği yeni dünya düzeninin en büyük düşmanının aile, eğitim ve kültür olduğunu da söylemek pek mümkün.
Bu yüzden toplum kültürünün değil birey tutumunun önemsendiği, milli kültürlerin yok edilmeye çalışıldığı, teknolojinin bile aile, toplum ve kültür yozlaşmalarına hizmet ettiği bir dönemdeyiz.
Ahlaki eğitimlerini sosyal platformlardan alan, Google hocadan öğrenim gören, toplumsal özürlü, kültürsüz, asosyal ve robotik bir gelecek tehdidi ile karşı karşıyayız.
Tos pembe renklerinin olduğuna inandırıldığımız dünyanın hâkim ve baskın renginin aslında siyah olduğu aşikârdır. Her neresine baksak yara bere içinde. Kanayan bu yaralar ne zaman sargı tutar? Muamma doğrusu.
…
Dünyayı küresel haliyle göz önüne getirdiğimizde hemen hemen her tarafında insanlık dramı var. Başta Müslüman coğrafyası olmak üzere farklı coğrafyalar, farklı etnik gruplar, inançlar ve kimlikler sistematik baskı, şiddet ve adaletsizliklerle karşı karşıya. Soykırımlar, etnik temizlikler, savaşlar, siyasi baskılar ve dini azınlıklara yönelik zulümler… Her geçen gün bir önceki günü aratan yeni yeni vahşetler…
Myanmar’daki Arakan Müslümanlarına yapılan soykırımlar, çoğunluğu Müslüman olan Çin’in kuzeybatısındaki Uygur Türklerine yıllarca yapılan işkenceler/yaptırımlar, Afrika’da uzun yıllar süren kabile savaşları, sömürü planları ve tabi ki de Filistin topraklarında yaşanan işgal ve kanlı zulümler sanırım insanlığımızın en büyük ayıbı, izahı ve telafisi olmayan insanlık utancıdır.
Ne kadar utanırız, orası da ayrı mesele…
Ne yazık ki zulmün gözyaşlarıyla yüzlerini yıkayan çocukların gözyaşlarını dindiremiyor gibiyiz. Yüreği yanan anaların feryadını duyamıyor gibiyiz, bizi biz yapan değerleri yaşatamıyor gibiyiz. Dahası gibiyiz… gibiyiz… O zaman kimse kusura bakmasın! Daha ne olabilir ki? Demek ki ‘hepimiz biraz öldük.’
Not: ‘Talebe Dergisi 2. Sayı – Güz’ de yayınlanan bu yazımızı köşemizde de sizlerle paylaşmak istedim.