Suları donduran bir soğuğu işlerken iliklerime; yüzüme vuran kar tanelerini beklerken gözlerim…güneş henüz uçsuz bucaksız ovalar üzerinde nazlı nazlı geziniyorken, soğuğun baskısına boyun eğmeyen yeşillikler, gri ve puslu binaların çevresinde nefes aldırıyorken insana… tahta panjurlu taş evin penceresinden söğüt ağacına bakıyordu o kız, Çoruh Nehri’nin yamacında.
Camları buğulayan nefesini nasılda hızlı hızlı alıp veriyordu pervazında cumbanın. Dallarında donmuş buz parçacıkları o incir ağacının küçük misafiri minik bir serçeyle konuşuyordu o. Araladığı pervazın içinden, ekmek kırıntıları bıraktı pencereye. Bir yoğun buhar sızdı dışarı titreyen dudaklarından. Ürkek ve sabırsız bir telaş ile pencereye kondu minik serçe.
Kocaman bir yalnızlıktı Bayburt, ovaya doğru gittikçe büyüyen. Saçak altlarındaki sessiz yağmurlar, solgun fotoğraflarda gülümseyen kurumuş incir ağacı ve hatmi çiçekleri. Gelincik açmış tarlaların, koşan maralların, meleyen kuzuların, çam seslerinin, kavak yellerinin, dağ çeşmelerinin özlemiyle güne başlıyordu, sessiz, durgun resmiyle.
Sanki, dili su kadar duru, anlatımı yumuşak ve içli mısralarıydı bir şiirin. Zihnimde mistik dalgalanmalar yaratıyor kuşkusuz, bir kuş misali konuşum Bayburt’a. Yoksa o kurumuş incir ağacına konan serçe, ben miyim?
Betimleme…
Öyle bir yer ki, dünya gülü burada açar; dağları dolaşır Bayburt’ta rüzgar. En güzel kuş sesleri, kuzu melemeleri, yayıklarında yayılan sevda sütü. İnsanın yüreğine işleyen bir yağlı boya tablo gibi.
Coğrafyasını tarihine bağlı, elleri nasır nasır, alınları çizgi çizgi, şakaklarında ter, güneşten bile sıcak insanları. Onların salkım saçak sevdaları; içlerine kapanık dünyaları, yarınlara kurgulu rüyaları ve bin duyguyla örülü hülyaları. Burçak tarlalarında ırgat gibi; ateş başlarında kaderlerinin sayfaları gibi bazlamalar açan, ocak önünde ekmek aşına dem veren kadınları…
……………………………………………
Siz hangi dilde hayal kuruyorsanız, dağları, suları, bulutları kim bilir neye benzetirken, içinizdeki ses hangi dilin betimlemelerini yapıyorsa, vatanınız o dildir.
Öfkenizde, sövgünüzde; neş’enizde övgünüzde hangi dilin sözcükleri geliyorsa dilinizin ucuna, gurbetiniz o dildir. Sevdanızı, özleminizi hangi dilin seslerindeki imgelerle sarmalıyorsanız, sılanız da o dildir.
Sıladan gurbete, vatanından başka ülkelere açılan bir yoldur diliniz; olmalıdır da. Ona başka dillerden yol arkadaşları bulursunuz.
Adınızın zamanla direnişindeki ilk zorlu geçit dilinizdir, unutmayın.
Şimdi, dil ile bilincin kucaklaştığı bir gülistandayım. Yaşanan bütün güzel anların sevinci kadar büyük ve içten bir duyguyla bağlanıp Bayburt’a; hayat arşivime kaydettiğim unutulmaz buluşmaların hakkını vereceğimin de sözünü veriyorum buradan.
Buraya yaşanası bir yer diye gelmiştim. Oysa burası ölünesi bir yer ( ! )… Bir kez bulaşan, ölmeden de vazgeçemez Bayburt’tan.
Nasıl ki giydiğimiz giysilere, yaşadığımız evlere, çağrıştırdığı anılardan dolayı manalar yükleriz; şehirlerin de tarihini bilmek onları değerli kılar; gri kaldırımlar yığını olmaktan çıkarır onları. Kentlere ruhunu veren kimi yapılar, meydanlar, mekanlar vardır. Bunların temeli çimentodan, taştan, demirden ibaret değildir. Nesillerin süregelen duyguları, kültürleri, iklim ve coğrafi koşulları üzerine kurulmuştur o yapılar. Tıpkı: Kervansaraylar, kaleler, hanlar, hamamlar, köprüler, medreseler, camiler, çeşmeler, su kemerleri, şifahaneler, saraylar, kapılar, türbeler, mezar taşları gibi…
Ve tıpkı: Yarını kurgulamanın değerini, sevginin kıymetini, değer vermenin bilgisini, emek yüklü yapıt bırakmanın ciddiyetini; sabrın, mücadelenin, ümidin gücünü; zeka, birikim, bilgi, bilgelik dolu yaratıcılığın insanoğlunu inşa etmedeki büyülü keyfini tattıran, o eşsiz Baksı Müzesi gibi.
Ninniler, masallar, türküler, ağıtlar, maniler, bilmeceler, deyimler, tekerlemeler, fıkralar, öyküler, oyunlar, destanlar…nefeslerle, yazısız başlayıp gelişen ve davranışlarını belirleyen kültürel dili kavrayıp, gelecek kuşaklara sevgiyle aktaran bilge insanları. Onların da salkım saçak sevdaları var. Onların da alınları çizgili, yürekleri pek. Onlar, kalpleri engin kültür elçileri. Sanat dili, kültürel coğrafyanın dilini ( göreli ) uygarlığa taşır. Öyle ise, tiyatro, dans, müzik, resim, edebiyat, mimari, heykel, sinema, sembol ve alegorilerle insanlığın kültür mirasını kuşaktan kuşağa yalın anlatımlarla taşıyarak ulaştırmayı kendilerine bir görev bilmiş sanat bilgeleri. Ve bu bilgelerden, Bayburt’ta yetişmiş olanı o kadar çok ki!
Buraya bir not düşmeliyim: Kültürlerin aktarımları için verilen çabaya olan saygım su götürmez. Ancak, yazı, belirli kurallar gerektirir. Çünkü anlatılmış ya da anlatılmamış masalları önceden belirlenmiş sistemlere hapseder; sözlü kültürün delişmen devingenliğini yitirmesine sebep olur; tonlamayı, jest ve mimikleri geri plana atarak masalı ya da öyküyü bir parşömene, kil tablete, kağıda ya da bilgisayar ekranına hapseder.
……………………………………………
Şu gerili teller üzerine sıralanmış mavi kargalar; şu karamuk çalıları, burçak tarlaları, çoban döşekleri; şu dağlar arasında ve bereketli topraklar üzerindeki asude Bayburt.Ve o’nun ‘ ortak hafızası’. Yani, üzerinde yaşadığı toprağı, toplumu, insanları, iklimi, coğrafyası, dili, kültürü, siyaseti, sanatı; üzülmesi, ağlaması, sevinmesi, gülmesi, öfkesi, aşkı, sevdası…’ ortak hafıza’, bir ülkenin bütün insanlarını bir arada tutan şeylerin tümünün birleşip, bir biri içinde yek vücut olup düğümlendiği ben/hal’dir. Ahh… şu Bayburt’un ben/hal’i
Gezgince
Adım adım arşınladığım Bayburt, her köyü, deresi, ovası, duası, ilenci, bedduası ile… hülasa destanlarıyla varıp gelmiş bu güne. Burayı görmezsem, solumazsam, yaşamazsam, ağıtları yetim, türküleri öksüz kalırdı Bayburt’un. Öksüz kalırdı, ılgıt ılgıt un çiçekleri, kavut demetleri ve gök mavisi gölleri, buram buram gülleri.
Bazen kara trenin isi, bazen bekleme salonlarının kurum kokan duvarları. Tahta bavullar, bazen ter kokan şoför kabinleri kamyonların. Otobüslerin mazot kokulu arka koltukları bazen. Kimi zaman da, ağır aksak yürüyen römorkunda bir traktörün, saman ve tezek üzerinde hoplaya zıplaya.
Bir snop- bohem gezginim işte, rüzgar nereye atarsa.
Gittiğim her yere kendimi götürüyorum belki ama asıl olan bu yerlerde kendimi buluyorum ben. Bir eksiğimi tamamlıyorum her seferinde. Bilmediğimi bilerek, görmediğimi görerek, duymadığımı duyarak. Yaşamadıklarımı yaşayarak yani.
Hayal gücümü besleyerek, uzağın çağrısını dinlerim, kahredici bir özlemle; yıkıcı bir arzuya dönüşene dek. Ve vururum yollara, al gözüm seyreyle.
Kalemime sinen yarı melankoli ve hüznü yumuşak bir sesle yansıtmak farklı iklimlere, farklı insanlara, açılan bir yelpaze gibi.
………………………………………………….
Soğuktan kızaran yüzümün rengini kahkahalarıyla coşturarak, yüreğimdeki yalnızlığı siliyor sırtı bembeyaz Kop Dağı’nın kar ve güneşi.
Yürürken sokaklarında, bakır tasların tiz gürültüsü, çay kaşıklarının bardaklarda çıkardığı melodileri, uzak- yakın ezan sesleri, balkonlardan silkelenen örtülerin rüzgarla dalgalanan bayrak sesleri, mutfaklardan yayılan yemek kokuları, pencerelerden taşan çocuk cıvıltıları ve yaşanası, görülesi, duyulası bilumum yaşam zamanları,…başka coğrafyalardan daha başka Bayburt’ta . Kendine münhasır yani.
Çisil çisil bir mahur akşamında, Şehit Osman’dan bakıyorum Bayburt’a. Suzinak bir gecenin Saba melodilerine süzülürken sakin Çoruh, uzaklarda bir yerlerde çoban ateşinin kıvılcımları aydınlatırken geceyi; öyle sessiz, öyle sakin akıyor ki, usul usul.
Ve ben, yaşanası bu şehre ölürken, o’da biliyor ki “durgun sular derin olur”.